HAYATA DAİR HERŞEY...

Kıssadan Hisse

[Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi olan Ebû Kuhâfe, Hz. Peygamber'in huzurunda hidayete ermekte geç kalmışlığını telâfi edercesine aşkla kelimei şehadet getiriyordu. Bu esnada sevinmesi gereken "Sıddıyk" (yürekten tasdik edip, sorgusuz sualsiz bağlanan) lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu. Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı değil üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki herkesin hayretine sebep olmuştu. Sordular: - Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek bir günde gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi: - Allah'ın Resulünün en büyük arzusu amcası Ebû Talibin müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği bir türlü gerçekleşmedi. Ben isterdim ki şu anda benim babamın yerinde şehadet getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman olmasından dolayı benim gönlüm hoşnud olacağına, amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Rasûlünün gönlü hoşnud olsun. İşte bu olmadığı için ağlıyorum.]



[Peygamberimiz (s.a.v) azadlı kölesi Zeyd bin Hârise'yi çok severdi. Oğlu Üsame'yi de. Babayı da oğulu da gerektiğinde kollardı. Hz. Ömer bir gün ganimet malı dağıtıyordu. Oğlu Abdullah'a üç verirse Üsame'ye dört veriyordu. Abdullah bunun sebebini öğrenmek istedi: - Ben Üsame'nin katılıp da benim katılmadığım tek gaza (savaş, cihad) hatırlamıyorum. Neye dayanarak ona benden fazla veriyorsun? Hz. Ömer şöyle açıklamada bulundu: - Hz. Peygamber onun babasını senin babandan, Üsame'yi de senden çok sever ve kollardı. O'nun her işinde muhakkak bir hikmet vardır. Ben O'nun sevdiğini kendi sevdiğime tercih ederim.]



[Bir Ramazan'da Medineli bir müslüman Halife Hz. Ömer'i iftar yemeğine davet etti. Yemek sırasında yalnız Hz. Ömer'e bir kab içinde bir içecek sunuldu. Hz. Ömer sordu: "Bu nedir?" Ev sahibi cevab verdi: "Bal şerbetidir efendim, sizin için ayırmıştık da..." Hz. Ömer onu içmeyi reddederek şöyle dedi: "Benim yönetimini üstlendiğim halkın çoğu içmek için henüz kuyu suyunu bile bulamazken ben burada bal şerbeti içemem.]



[Halife Harun Reşid döneminin ermişlerinden Behlül Dana bir gün düzgünce kesilmiş tahta parçalarından eve benzer birşey yapıyordu Bunu Harun Reşidin hanımı Zübeyde görüp ne yaptığını sordu Behlül: - Cennet köşkü yapıyorum efendim, diye cevap verdi.Dindar bir kadın olan Zübeyde köşke müşteri çıktı: - Bu köşkü bana satar mısın? - İsterseniz satarım - Kaç paraya satarsın? - Sana bir akçeye veririm Halifenin hanımı hemen bir akçeyi verip köşkü satın aldı.Harun Reşid ve hanımı o gece rüyalarında kendilerini cennette gördüler. Zübeyde lüks bir köşkte oturuyordu. Harun Reşid sordu: - Hanım, sen bu köşke ne zaman sahip oldun? - Dün bir akçeye Behlül'den satın almıştım. Sabah oldu, hükümdar hemen Behlül'ü çağırttı. - Dün hanıma sattığın köşkten bir tane de bana yapsana, dedi. - Olur, yaparım, dedi Behlül - Kaça yapacaksın? - Bin akçeye yaparım. - Ama hanıma bir akçeye vermişsin - Evet bir akçeye verdim. Ama o köşkün değerini bilmeden aldı. Sen ise dün gece onun nasıl görkemli bir köşk olduğunu gördün. Ben buna göre fiyat istiyorum.]



[Eserleriyle Osmanlı Türk-İslâm tarihine damgasını vuran, Türk mimarlık tarihinin yüzakı Mimar Sinan, en büyük ve en muhteşem eseri Sûleymaniye camiinin inşasını tamamladıktan sonra bazı bakımlardan bu ulu mabedi testlere tâbi tutuyordu. Bunlardan biri de cami içinde sesin dengeli bir şekilde dağılıp dağılmadığını, mihrapta Kur'an okuyan imamın sesinin en arkalardan ve diplerden duyulup duyulmadığının denenmesi idi. Bunun için Mimar Sinan nargile kullanıyordu. Nargileyi mihraba koyuyor, içindeki suyu fokurdatıyordu. Bu fokurtu cami içinde ahenkli bir şekilde dağılıyor mu, her yerden net olarak duyuluyor muydu, bunu kontrol ediyordu. Her devirde eksik oImayan gammazlardan biri, Anadolu halkının evliya olarak bildiği bu büyük insanı Kanuni'ye ispiyon etmişti: "Efendimiz, Mimar Sinan yeni yaptığı caminin mihrabında nargile fokurdatıyor." Kanuni hiç ihtimal vermedi Sinan'ın samimi bir Müslüman olduğuna; böyle bir şey yapmayacağına güveni tamdı. Ama usulen de olsa olayın üzerinde durmadığı takdirde yanlış anlamalara ve dedikodulara meydan vermiş olabilirdi. Bu sebeble bir gün aniden camiye geldi. Camii gezip dolaşırken mihraptaki nargileye gözü tesadüfen takılmış gibi yaptı. Sordu: "Bu da ne oluyor? Camide nargile kullanan mı var?" Sinan sakin, kendinden emin cevap" verdi: "Hâşâ hünkarım, beytullahta (Allah'ın evi) nargile içecek kadar din, iman yoksunu değiliz Elhamdülillah. Burada bulundurmamızın sebebi, onu fokurdatmak suretiyle camiin ses düzenini kontrol etmektir. Dikkat buyurursanız nargilede tömbeki (tütün) bile yoktur" Herşeyin tahmin ettiği gibi çıktığını gören hükümdar Sinan'ın sırtını sıvazladı ve camiden ayrıldı.]



[Anadolu'nun yetiştirdiği en büyük velilerden biri olan Hacı Bayram (XV. y.yıl) Anadolu kökenli başka birçok bilgin ve erenin de üstadıdır. Bunlardan biri de Fatih'in hocalarından Akşemseddin idi. Akşemseddin Hacı Bayram'a bağlanışından kısa bir zaman sonra zekası, anlayışı, kavrayışı, en önemlisi de şeyhine tam teslimiyeti sayesinde icazet (diploma) aldı ve irşadla görevlendirildi. Akşemseddin'in bu başarısı Hacı Bayram'ın diğer müridleri arasında kıskançlığa sebep oldu. Bunlardan biri Hacı Bayram'a sordu: - Efendi Hazretleri, kırk yıldır talebeniz olanlar henüz halifeliğe (sizi temsile) layık görülmezken Akşemseddin'in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının sebebi ne ola? Hacı Bayram, gerek maddi gerekse manevi hayatta yükselmenin veya yerinde saymanın sebebini açıklarcasına cevap verdi: - Bu köse (Akşemseddin) bizde ne gördü ve işittiyse hemen inandı ve teslim oldu. Sebep ve hikmetini sonra kendi kendine bulup öğrendi. Kırk yıldır hizmetimizde bulunanlar ise bizde gördüklerinin ve duyduklarının önce sebep ye hikmetini öğrenip sonra inandı ve teslim oldu. İşte aradaki fark budur.]



[İyi yürekli bir vezir, yoksul ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu. Bu duruma tanık olan bir adam bir gün Padişaha, "Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek" diye gammazladı. Bu gammazlık üzerine padişahın vezirine karşı kalbi bozuldu. Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir sıradan bir vezir değildi. Görevinin dışındaki bir takım incelikleri de biliyor ve yerinde bunlardan yararlanıyordu. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu: "Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allah (c.c.) katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir.]



[Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı. Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi. Çocuk da "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını topladı, uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı. "Çekin yukarı doğru!" diyerek çektirmeye başladı. Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver."dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı. İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti: - Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi: - Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını. Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.]



Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol